13 Şubat 2012 Pazartesi

Hayallerin Peşinde

Dün "Hayallerin Peşinde" filmini seyrettim.





Kate Winslet ve Leonardo DiCaprio'nun oynadığı 2008 yapımı Oscar'a aday gösterilen ve en iyi kadın oyuncu dalında Altın Küre alan  film bir başyapıt olarak defalarca izlenebilir bence.


Filmden o kadar çok etkilendim ki...Hatta "etkilenmek" kelimesi az kalır. Oyunculuk performansı, sahneler, senaryo ve akışın yanında bugün yaşadığımız hayatla o kadar paralellikler kurmuş ki yönetmen ve o kadar sert zıtlıkları kullanmış ki bugün yaşadığımız değerler ve "-mış gibi " yaşamlar insanın yüzüne çok çarpıcı şekilde yansıtılıyor. Hatta ben filmi seyrettikten sonra bir süre oturduğum yerden kalkamadım.

Tabii aslında filmin ismi "Hayallerin Peşinde". Ben de bu filmi hayallerinin peşinden koşan ve mutlu sonla biten bir Hollywood filmi olarak aldım.



Film, 1950'lerde geçiyor.  İki çocuğuyla mutlu gözüken bir hayat yaşayan, ama konforlu bir yaşam elde edebilmek için göğüslenen baskılarla kendi gerçek arzuları arasında sıkışıp kalan, bir çiftin öyküsü anlatılıyor.Oynadığı tiyatro oyunundan ve işinden mutsuz, evliliğinden ve hayatının rutininden sıkılmış bir kadın ve mutsuz bir evlilik imgeleriyle başlıyor. Adam işteyken kadın etrafı topluyor ve salon koltuğunun üzerine çarşaf ve yastık görülüyor. Ayrı yataklarda yatan ve son derece mutsuz ve yalnızlaşmış bir evlilik olduğunu anlıyorsunuz.

Adam küçücük kutuların içinde kafes gibi bir hücrede çalışıp önemli ve değerli birşey yaptığına kendini inandırmaya çalışıyor. Bu arada adam iş arkadaşlarından birisiyle dışarı çıkıyor, birlikte içki içerken bugün benim doğum günüm ama kimse hatırlamadı diyor ve iş arkadaşı olan kadınla birlikte oluyor. Kadının evinden ayrılıp eve geldiğinde kapıyı eşi açıyor. Kadın o mutsuz evi "yuva" haline dönüştürmüş, çocuklarla beraber hazırladığı sofraya davet ediyor adamı ve doğum günü için çok hoş bir sürpriz yaptığını anlıyor adam ve hemen duşa giriyor ve uzun bir süre duşta kalıyor.


Kadın tam da burada rutin, mutsuz ve sıkıcı hayatlarının akışını değiştirecek bir teklif getiriyor. Paris'e yerleşmeyi.... Paris'e yerleşip sen istediğin işi yapmaya karar verinceye kadar ben çalışırım diyor ve çok da işleyebilecek bir plan yapıyor ve adamı da ikna ediyor. Kutunun dışına çıkmaya, yüreğinin sesini dinlemeye ve ilişkilerini geri kazanmaya adamı ikna ediyor. Çoğumuz aslında rutinin içine o kadar gömülüyoruz ki bu arada neyi kaybettiğimizi farketmiyoruz bile ve sonra yaşanan olaylar, kadının hayal kırıklıkları, adamın korkuları gerçekten izleyici de soğuk duş etkisi yapıyor.

Bununla beraber filmde komşuların tepkilerini, iş arkadaşlarının bakış açılarını, deli bir adamın olaylara yorumunu son derece doğru ve açık ifade edişini özellikle izlemekte fayda var. Tüm bu karakterler o kadar çarpıcı şekilde yerleştirilmiş ki, hayatımızın içinde ama pek de farkında olmadığımız tiplemelerin altını çok etkileyici şekilde çizmiş...

Bu ara Stefano D'Anna'nın Tanrılar Okulu'nu okuyorum. Onun felsefesini de belki çok çarpıcı şekilde yansıttığı için aslında film beni bir kat daha etkiledi. Stefano'nun kitabıyla nasıl bir paralellik mi var? Onu da önümüzdeki günlerde anlatacağım...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder