21 Aralık 2011 Çarşamba

BIRAKMAK ve BİRİKTİRMEK ÜZERİNE....

Bazı insanlar vardır. Bırakamaz... Ben de bırakamıyorum.

Annem annesine söylenirdi. Yoğurt kaplarını biriktiriyor diye. Sonra annem yaşlanmaya başladı. O da süs esyaları biriktirir oldu, evdeki sehbalarının üzeri bir sürü incik boncuk, süs esyalarıyla dolu. Benim ilk yurt dışına gittiğimde aldığım Bohemya kristalinden saatler, abimin Norveç'ten ilk aldığı porselenden yapılmış ve elinde başak demeti taşıyan köylü kadın biblosu, başka ülkelerden aldığı demir boynuzları olan Viking heykelcikleri ve daha bir çok küçük biblolar, hediyeler, tüm ailenin resimlerinin olduğu onlarca çerçeve... Hepsi sehbalarının üzerinde durmakta. Annem hiç birini atamıyor. Ben de ona söylenirdim. Benim bugün evimdeki sehbaların üstü bomboştur. Örtü de yoktur, herhangi bir kristal de, porselen biblolar da. Sadece aydınlatmaya yarayan bir iki obje var, o kadar.

Ama ben de anneme benzediğimi farkettim geçen hafta. Eşya değil bırakamadıklarım. Çok kolay atarım eşyaları, hiç kıymeti yoktur benim için, bağlanmam eşyaya. Ama "insan" ve "anı" biriktiriyorum ben.  Hiç birinden vazgeçemiyorum... Bazen canımı acıtıyorlar ama bırakamıyorum...Gidemiyorum hiçbirinden... Bana zarar veriyorlar aslında, görüyorum. Bıraksam çok daha rahat gideceğim yoluma. Yine biliyorum ki birinden vazgeçmek aslında yeni insanlara hayatımda yer açmaktır. Yeni insanlara yer açmalı insan. Yeni bakış açıları, yeni dostluklar hayatını zenginleştirir insanın. Bazen gerçekten acıtıyorlar ve gitmiyor aslında, yürümüyor bazı şeyler. Onunla daha mutsuz olacağına, onsuz daha mutlu olabilirim, bunu da biliyorum. Bırakınca bazı şeyleri hafifleyeceğim, ferahlayacağım.



Yeni arkadaslıklar gibi yeni ev de ferahlatır aslında. Yeni eve taşınmak yeniden başlayabilmektir hayata. Tertemiz, yepyeni bol ışıklı, yeni alışkanlıkların kazanılabileceği, arabaya binmeden spora ve yüzmeye gidilebilecek çok şık bir ev...
Tıpkı arkadaslarım gibi evimi de bırakamıyorum,başka yeni bir eve taşınamıyorum. Çünkü burada yaşanmışlıklarım var. Anılarım var. Kızımın doğumuna, ilk cümlesine, ilk diş çıkarmasına, ilk adımına dair bir sürü anı var bu evde. Dostlarım için kurduğum güzel balık sofraları, bol müzikli geceler, çınlayan kahkahalar var salonumda... Denediğim yeni tariflerin kokuları var mutfağımda. İlk kitabım için aylarca sabahladığım çalışma odam var bu evimde...Dostlarımın her daim kapısını çaldığı evimi şenlendirdiği bir kapım var....
Ben bırakamıyorum.  Dostlarımı, sevdiklerimi, benim için değerli olanları bırakamıyorum. Hayatımın anlamının bir parçası onlar. Geçmişimi, tarihimi biliyorlar.
Üstelik hala yeni insanlar ekliyorum hazineme, dostlar biriktiriyorum...ve vazgeçemiyorum o insanların hayatıma kattığı değerinden. 

Sezen Aksu'nun "Gidemem"şarkısındaki gibi...

Ben bu yüzden hiç kimseden gidemem gitmem
Unutamam acı tatlı ne varsa hazinemdir
Acının insana kattığı değeri bilirim küsemem
Acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir....

Dostlarla kalın...

6 Aralık 2011 Salı

Hayattan Keyif Almak


İnsan en çok hayallerini gerçekleştirmeye başladığında hayattan gerçekten keyif almaya başlıyor sanıyorum.

Ben cumartesi günü uzun zamandır istediğim birşey yaptım.

Çok uzun zamandır marka yönetimi alanında uluslararası markalarda çalışıyorum.  Yüzlerce lansman yapıp, bir sürü PR projeleri bir sürü krizler yönettim. Basın iletişimine dair on dört seneyi aşkın zamandır deneyimlemediğim, yönetmediğim proje kalmadı. Artık bunca deneyimden sonra bir yerde bu deneyimimi başka alanlarda da kullanmalıyım dedim. Farklı lansmanlar, farklı projelerle bir sürü renkli işe imza atıyorum ama bir süredir bu deneyimlerimi gençlerle paylaşma isteği çok ciddi bastırıp duruyordu içimde ve ben kendimi öğrencilere ders anlatırken görmeye başladım. Bu fikir beni heyecanlandırıyordu. Sonunda da geçen hafta bunu deneyimledim. Evet onca işin gücün arasında, 2012 yılının iletişim planları hazırlanır, bütçeler oluşturulurken ben bir de ders vermeye zaman ayırdım. Normalde eğitim içeriği hazırlamak, hafta sonu oraya gitmek vb istemeyen birinin gözünde büyüyebilirken, ben çok keyifle yaptım bunu... İnsan isteyince herseyi yapabiliyor bunu anladım.

Cumartesi sabahı hazırlandım erkenden kalktım eğitim vereceğim otele gittim. Eğitim hazırlıklarına başlarken bir görevli geldi ve "hocam flipchart ister misiniz ? " diye sordu. Ben üstüme alınmadım tabii.  Sonra arkamdan omzuma hafifçe dokunarak" hocam, flipchart ister misiniz? " diye bir daha sordu. Ben ilk defa birisi bana "hocam" dediği için önce şaşırdım, sonra da gülümseyerek, dersin sonunda yaptıracağım uygulama için istediğim flipchart sayısını söyledim. Sonra sınıfa öğrenciler gelmeye ve herkes hep bir ağızdan "hocam" demeye başladılar.   Ve ben içimden gülümseyerek ve keyifle derse başladım. Bu benim için çok keyifli bir deneyim oldu çünkü artık vermeye başladım. Verdikçe doldum, dolarken aldım, aldıkça verdim. Dersin sonunda öğrenciler sınıftan bir hayli geç çıktılar ve çok keyifli şekilde vedalaştık. Pazartesi işe geldiğimde bazılarının mail attığını, bazılarınınsa Linkedin'den iletişim kurduğunu gördüm. Bu da beni çok keyiflendirdi. Ektiğiniz iletişim tohumları, doğru ekilmiş, doğru beslenmiş ve pırıl pırıl filizlenmişti...

İnsanlara bildiğim konuyla ilgili birşeyler verebilmek, insanlarda yarattığı etkiyi görmek beni büyüledi. Ve bu işe fırsat buldukça devam etmem gerektiğine karar verdim.

Ve yine bir kez daha gördüm ki insan en çok hayallerini gerçekleştirmeye başladığında hayattan gerçekten keyif almaya başlıyor.

Sevgilerimle

3 Aralık 2011 Cumartesi

Ömrünün ikinci yarısı....

Bugün öğle yemeğinde arkadaşlarla konuşuyorduk "insan otuz beşten sonra farklılaşıyor" diye. Evet gerçekten farklılaşıyor. Ömrünün ikinci yarısı başladığında insan artık vakit kaybetmek istemiyor bence.

Ömrün ilk yarısında zaten okul telaşıydı, sınavlardı, işe başlamaydı, evlilikti, kariyerdi, çocuktu hatta ikinci çocuktu hayat hep hızlı ve telaş içinde geçiyor. Sonra bir bakıyorsun ki yaş gelmiş otuz beşe...  O zaman durup düşünüyorsun ve diyorsun ki "artık vakit kaybetmek istemiyorum. " Tahammül ettiğin insanları, ayağını sürüyerek gittiğin yerleri siliyorsun önce hayatından. Bütün yüklerini atıyorsun üzerinden. Zorlayarak taşıdığın ne varsa kamburunu çıkartan, atıp rahatlıyorsun. İçini ve üstünü temizliyorsun sonra.

Sonra bir hesap yapıyorsun. Diyorsun ki 35 yılımı hep başkaları için yaşadım. Okula gidilmesi gerekiyordu; gittim. Ders çalışılması gerekiyordu; çalıştım. İşe girilmesi gerekiyordu; girdim. Sonra aşık oldum geldi; evlendim. Gidilmesi gereken aile ziyaretleri vardı; gittim. Gece çocuğa kalkılması gerekiyordu; kalktım ve uykusuz işe gidilmesi gerekiyordu; gittim.

Ve sonra diyorsun ki artık  yeter.... 

Daha ne kadar sağlıklı olarak bu hayatı sürdüreceğini bilmiyorsun. Çünkü yaş yolun yarısı...

Hem işin güzel yanı artık hırsın da kalmıyor işe, yaşama, maddiyata dair.

Daha dinginleşiyorsun bu yaşına kadar cebine tüm biriktirdiklerinle. Daha çok seviyorsun sanki sevdiklerini. Hangi dostlarının özel olduğunu anlıyorsun.

Telefon rehberin çok kabarık olsa da acil durumlarda aranacak özel dostlarının sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor artık çünkü biliyorsun.

Üstelik işin güzel yanı artık hem bilecek kadar deneyimin var hem de yapacak kadar enerjin var bu yaşta...

Artık yükleri atma zamanı olduğunu anlıyorsun ve seni neyin mutlu ettiğini.

"Samimiyet" belki de en önemli kelime oluyor belki hayatında. Samimi dostluklara, samimi gülümsemeye verdiğin değer artıyor. Çünkü artık biliyorsun sıkıca kucakladığında çocuğun seni, gerçek sevginin ve içten kucaklamanın ne demek olduğunu...

Sevgilin gözünün içine bakarak güşümseyince  anlıyorsun ne demek istediğini söze hiç gerek kalmadan. Eskiden "beni ne kadar cok sevdiğini soyle" tutturmalarının yerine bakışınla, gözlerinin içinin gülmesiyle anlıyorsun seni, en çok seni sevdiğini söze gerek kalmadan...

Anlıyorsun, seçiyorsun, biliyorsun ve tutkuyla yapabiliyorsun...

İşte 35 yaşın kısa bir özeti bu aslında...

Sevgiler

28 Kasım 2011 Pazartesi

Nedir bu çocukları kurstan kursa götürme telaşı ?

Kızım okula başladı. Şu an 5,5 yaşında. Gideceği okulun anaokuluna gidiyor. Şimdiye kadar hep yuvaya gitti. Hafta sonları da hep beraber evde ya da dışarda eğlenceli programlar yaptık. O da dinlendi, biz de.. O da eğlendi, biz de... Tamam genelde O'na göre programlar yaptık. Parklar, çocuk tiyatroları, sevdiği ve eğlendiği arkadaslarının aileleriyle yapılan programlar da hiç bir zaman zoraki yapılmadı. O da sevdi, biz de..

Zaten hafta içi çok koşturuyoruz. Sabah erkenden kalkıp kahvaltı ve servise yetişmek bir hayli zorluyor. "Hadi kızım"ların bini bir para. O servise, biz işe... Sonra yoğun bir iş temposu... Telefonlar, toplantılar, koşturmaca. Bazen öğle yemeğine çıkacak fırsat olmuyor ki işlerimi bitirip mesaiye kalmadan işten çıkabileyim diye... Sonra trafikte koşturarak eve gelip yemek hazırlama, ödev, sohbet ve ertesi gün için hazırlıklar... Geç yatmamak lazım ki ertesi günü zorlanmadan kalkabilsin. O'ndaki telaş da biraz daha fazla görüp, sohbet edebilmek, anlatabilmek, özlediği odasında oyuncaklarıyla vakit geçirebilmek.

Derken hafta sonu oluyor.

İşte geçen hafta bende film burada koptu. Bir arkadaşımla konuşuyordum. Dedi ki "aaa sen hafta sonu kızını bir spora, ya da müzik gibi bir etkinliğe götürmüyor musun?" Ben de dedim ki "yooo, götürmem mi lazım?". Sonra farkettim ki herkes çocuğunu hafta sonu bir etkinlikle destekliyor. Götürmeyen yok. Kimi basketbol, kimi jimnastik, kimi piyano, kimi bale... ama mutlaka bir etkinlik...



Benim zamanımda biz okuldan gelir çantamızı atar ve sadece oynardık. Bazen vakit kaybetmeyeyim diye annemizin tüm itirazlarına rağmen, önlüğümüzü çıkarmadan sokağa koşardık. Çok da mutlu olurduk.. Akşam ailece yemek yer, yorgunluktan sızarak uyurduk.

Hafta sonları ailece gezmeye giderdik.  Dört aile her hafta birisine gitmek kaydıyla her cumartesi akşamı görüşürdük. Dört ailenin de çocuğu her cumartesi akşamı biraraya gelirdi ve çok eğlenirdik. Bütün sosyalliğimiz bundan ibaretti. Okulda spor yapardık tabii ama bu bütün hayatımızı kaplamazdı.

Şimdi okuldaki velilerle konuşuyorum. Tüm çocuklar hafta sonları hem cumartesi hem pazar faaliyet yapıyorlar. Bir de doğum günü varsa, faaliyetten sonra doğumgününe götürülüyor çocuk ve tüm hafta sonu geçiyor ve yine hafta içi iş koşturmacası başlıyor.

Bence burada bir yanlışlık var. kurulmuş saatler gibi 7 gün 24 saatimi planlayarak ve yetişme telaşı içinde geçirmek istemiyorum ben. Üstelik kızımın da miskinlik yapma hakkı olduğunu düşünüyorum. Evde pijamalarla gerinerek oyuncaklarıyla oynama hakkı olduğunu ve hayatı çok kalın çizgilerle planlamanın doğru olmadığını düşünüyorum.

Hayatı koşturarak deği sindirerek yaşamak lazım bence.

Çünkü bazen biz hızla koşarken ruhumuz geride kalıyor.

27 Kasım 2011 Pazar

Baştacı çocuğum, yol arkadaşı kocam, vazgeçemediğim işim. Peki ya ben?


Bu bloğu yazmamın bir çok nedeni var.  Ben 30’lu yaşlardaki diğer çalışan kadın, anne ve eşlerden sadece biriyim. 
Kızım olduktan sonra hayatım değişti. Ben uzun bir süre başıma gelen şeylerin, endişelerimin, kavgalarımın sadece bana ait olduğunu düşündüm. Sonra farkettim ki aslında biz kadınlar birbirimize çok benziyoruz. Endişelerimiz, değerlerimiz, beklentilerimiz, kırgınlıklarımız, hayallerimiz aynı... Farkettim ki “benzerlikleri  farketmek” beni rahatlatıyor. Düşündüğüm ve  hissettiğim seyleri, diğer kadınların da hissetmesi aslında  bizi birbirimize daha da çok bağlıyor. Bu duygu ve düşünceleri, kadınsal halleri sizlerle ve tüm “bize benzeyen “ kadınlarla paylaşmak istedim.
Bizlerinçok benzer yanlarımız var. En belirgin özelliklerimizden birisi mükemmeliyetçi olmamız.  İşimizde, evimizde, çocuğumuzda, ilişkilerimizde mükemmellik bizim ölçütümüz, daha azıyla yetinemiyoruz. Kendimize koyduğumuz, beynimizin içindeki çıtamız hep çok yukarıda.
Hepimizin bir diğer ortak noktası  30’lu yaşlarda anne olmamız.
Çocuklar hakkında çok paranoyak olabiliyoruz, çocuklarımızın üzerine titreyip onların her şeyiyle ilgilenmeye çalışıyoruz. Okuluyla, psikolojik ve fiziksel ihtiyaclarıyla kısacasıyla her şeyiyle çok yakından ilgileniyoruz. Hatta bazen onların hayatlarını kendi hayattlarımız gibi yaşıyoruz. Bazen üstlerine o kadar cok eğiliyoruz ki, çocuklar bizim gölgemizden kendi ışıklarını alıp yeterince büyüyüp, serpilemiyorlar. Biz de onların hayatını yaşamaktan bazen kendimizi ikinci plana atıyoruz.
Bizler hamilelikten önce çok bakımlı ve 34-36-38 beden giyen kadınlarken, hamilelik sürecinde 20’ser kilo alan kadınlar olduk.
Hepimiz  “güçlü”, bir sürü işi aynı anda yapabilen, ne istediğini bilen eğitimli, düşünen ve sonuç alan kadınlarız...
Aynı zamanda  “yorgun” kadınlarız da... Çocuğun okulunu ayrı, sosyal uğraşlarını ayrı, işini ve kariyerini ayrı, sosyal ve arkadaş çevreni ayrı, evdeki yardımcıyı ayrı, eşi ayrı, anne- baba- kayınvalide ve kayınpeder grubunu ayrı, evin düzenini ayrı ayrı idare etmeye çalışan, elinden gelenin en iyisini yapmaya uğraşıp, hep bir yerlere yetişmek zorunda olan, önemli toplantınla çocuğun veli toplantısını çakıştırmamaya çalışan, çocuğun aylık okul menüsüne göre aylık pişecek yemek listesini excell tablo olarak buzdolabının üstüne asan, herseyi aşırı planlayıp  kontrol etme çabasında olan, evdeki yardımcıya sinirlense de elinden başka türlüsü gelmediği için  idare eden, sürekli bir yerlere, birilerine yetişmeye uğraşan  ama yetişemediği için hep vicdan azabıyla yaşayan, planlamaktan ve koşturmaktan yorulmuş kadınlarız. İsimler değişse de yaşadıklarımız aynı.                                                          
Geçmişimiz, kişisel tarihimiz de çok benziyor birbirine.
Bizim ailelerimiz çok zengin değildi.
Çoğumuzun annesi ya  “ev hanımı”ydı ya da rahat işlerde çalışan kadınlardı. Kimisi bir yerde öğretmen, kimisi memurdu. Evde “gün”ler yapılır ve biz okuldan gelince,  büyük bir keyifle annelerimizin “gün”lerinden kalan pasta, börek, çöreği yer, bir taraftan da “komşu teyze” lerle sohbet ederdik. Evin düzenini “anne” belirlerdi. Babalarımız ise kendi işiyle uğraşan orta halli bir tüccar ya da bir yerlerde çalışan orta-üst düzey yönetici  ve akşam eve gelen aile reisiydi. Kapı zillerinin üzerinde babalarımızın isimleri yazardı.
Ailelerimiz bizi yetiştirebilmek için ellerinden gelenin en iyisini yapmışlar, tüm imkanlarını sunmuşlar, başarıyı bir kıstas olarak öğretmişlerdi. Bize tüm maddi manevi imkanlarını sunarak okullara, dershanelere gondermişler, o dönem için önemli sayılabilecek özgürlük imkanını sağlamışlardı. Biz bu orta sınıf ailenin içinde bu temel değerlerle büyüyüp “başarı” için önce sıralarda dirsek çürüttük. Hayatımızı Anadolu lisesi, ÖSS ve ÖYS sınavlarında aldığımız puanların belirlediğine inandık. Okul ve eğitimin cok önemli  olduğu cocukluk ve gençlik yıllarımızı bize hatırlatmak üzere çoğumuzun orta parmağında kalem tutmaktan dolayı oluşan bir nasır vardır.
Çoğumuzun çocukluğu bahçelerde, yazları da yazlıklarda geçti Okul tatil olur olmaz ailece yazlığa gidilirdi, yazlığa gitmek bizim için “seramoni”ydi.
Ailelerimizle beraber yaptığımız yolculuklar bugün bile gülümsetir beni aklıma gelince.
Yaz olunca yazlık seyahati için önce araba tepeleme doldurulurdu. Öyle çok eşya konulur ki ayaklarımızın altı, arabanın bagajı her yer eşya dolu olurdu. Seyahat sırasında her meyve satan yerde ve Batı Anadolu’nun yol üzerindeki her müstesna pazarında durulurdu. Hele o dönemin koşullarında yolların virajlı ve çok çok daha uzun olduğunu düşünürsek, o yol tam bir eziyet olurdu bize. Ben bir de mide bulantısı ilaçlarıyla seyahatleri bir kat daha çekilir kılmaya calışırdım. O zamanlarda arabalar o kadar dolu olurdu ki bazen arabanın tepesinde port bagajımız bile olurdu. Bu alışkanlık sımdı yok tabii ama ne hikmetse o yıllarda, evlerimizde son kullanma  tarihi dolan eşyaların yazlıklara taşınması gibi bir adet vardı. Hele bir seferinde annem evdeki kocaman tüplü televizyonu yazlığa götürmeye kalkmıştı. Önde annem ve  babam arkada abim, ben ve televizyon, ayaklarımızın altında esyalar....Bagajın doluluğu yetmiyormuş gibi bir de port bagaj tepede. Zavallı arabamız yere yapışmış durumda, biz sıkışıklıktan ve sıcaktan daralmış ve camları sonuna kadar açarak seyahat ederdik. Kırk bin cırcır böceği gücündeki kaplumbağamız inliye inliye virajlı yollarda bizi yazlığa götürürdü. Yolda da seftali, incir gibi meyveler alınır, annem ilk gördüğü çemmede onları yıkar ve bir kısmını hemen orada yerdik. Geri kalanını da ayaklarımızın altında artık hiç kalmayan yere sığdırmaya calışırdık. O zamanlar çok söylenerek yaptığımız bu yolculuklar şimdi gülümseyerek hatırladığımız ortak anılar haline geldi...
Sonra büyüdük.  Hayatımızın merkezi üniversiteden sonra yapabileceğimiz master ya da iş alanlar haline geldi. Derken bazılarımız yurt dısına gitti bazılarımız  büyük sirketlere girdi. Ve  kariyer yapmaya basladık.
Bu değerlerle büyüyen biz kentli kadınlar, kendi bulduğumuz adamlarla evlendik. Hep aşk evlilikleriydi bizimkiler. Hayatı yan yana  paylaştığımız günlerdi. Beraber ev işi yapıp, beraber gezmeye gittik, beraber para kazanıp, beraber planlar yaptık. Eğlendik, seyahat ettik, okuduk, seviştik, güldük, keşfettik.
Bu arada kariyerlerimizde de sağlam adımlarla yukarıya, daha yukarıya tırmandık. Bazen düştük, canımız acıdı ama yılmadık ve yola devam ettik, derken; hayatımıza çocuklarımız geldi..
Hepimizin hamilelik  ve doğum süreci hafta hafta internetten hamileliği takip ederek, hayaller kurarak, okuyarak, araştırarak geçti. Bazılarımız doğum kurslarına gittik, bazılarımız işten fırsat bulamayarak koşmaya devam ettik. Hamilelikten önce ve hamilelik süresince okuduğumuz  tüm metinler ve konuştuğumuz  herkes, bir bebeğe sahip olmanın ne kadar güzel ve süper bir duygu olduğunu söylüyorlardı.  Kimse zor yanlarından bahsetmemişti. Ama kürenin bir de arka yüzü vardı.
Herkes için hayattaki en güzel ve özel sey bir çocuğa sahip olmak ama yine de bir cok zor tarafı da yok değildi. Uykusuz geceler, eşlerin” ben de burada varım “çığlıkları ve kavgalar, tekrar düzen kurmaya calışmalar, “ben”i unuttuğunu farkedip, sorgulamaya başlamalar.
Bizden önceki kuşaklarda kadın ve erkek işleri paylaşmıştı. Erkek evin dışında para kazanıyor, kadın da ev işi ve çocuklarla ilgileniyordu.
1980’lerden sonra sistem değişti. Ekonomik gelişmeler ve değişimlerle tek kişinin çalışması evin geçimi için yetmemeye başladı. Kadınlar da erkekler gibi okumuşlardı zaten. Üniversite eğitimini erkek cocukla beraber kız cocuk da tamamlıyordu. Böylece yeni bir düzen oluştu. Yeni düzene göre kadın hem güçlü hem para kazanan hem de evdeki düzeni sağlamaya çalışıp, annelerinden öğrendikleri ev kadınlığını sürdürmenin mücadelesini veriyorlardı.  Erkeklerse bu sistem içinde para kazanma görevi dısında başka bir rol üstlenmiyorlardı. Böyle olunca da kadınlar ve erkeklerin beklentileri farklılaşıyordu. Kadınlar daha destek ve hayatı paylaşan erkekler isterken, erkekler hem kadının para kazanmasını hem de eskiden gördükleri “ canım aşkım” ritüelini devam ettirsin, çocuklarına anne olsun, bütün annelik görevlerini yapsın, güzel görünsün, bakımlı olsun, kendisine de eş olarak özen göstersin istiyordu.
İşte bu koşullar altında kadın ya kendini unutuyor, kendiyle ilgili sorgulamalar ve mutsuzluklar başlıyor ya  bosanıyor ya da acil müdahalelerle bazı alanlarda ipleri bırakıyor. Aksi taktirde hepsini yapmaya calışırsa bir süre sonra gemiyi yürütemez hale geliyor.
Nasıl bu hale gelip, bu sürecin içine girdik, sorgulamalarımız nerede basladı ve nereye gidiyoruz? 
Bu bloğun temel çıkış nedeni budur. Bütün zor ve guzel yanlarıyla kadınlık hallerimizi paylaşmak, aslında bu hallerin hepimizin yasadığı seyler olduğunu anlatmak. Hiç birimiz yalnız değiliz, her birimiz aynı bütünün birer parcalarıyız.
Ben de bu süreci yaşadım. Çocuğum, işim, eşim, evim ve kendim derken gemi bir gun gitmez oldu. Durup ufka baktığımda etrafımda benım gibi bir çok kadın olduğunu gördüm. Ben benzerlikleri gördükçe, rotamı değiştirip, farklı çözümler aramaya başladım. Bir cok yaşam deneyimi dinledim, kendi yaşam deneyimlerimi paylaştım ve bugun olduğum yerde kendimi iyi hissediyorum, geleceğe gülümseyerek bakıyorum.
Umarım ki paylaşılan bu yaşam deneyimleri, sizler için  de  bir ışık olur ve kendinize yeniden hayatınızın içinde bir yer açarsınız...